Yağmalanan Şehir: İstanbul’un Kaybolan Ruhuna Bir Ağıt
Ahmet Muhip Dıranas’ın “Yağma” adlı şiiri üzerinden İstanbul’un geçmişten günümüze değişimi, betonlaşma, kültürel erozyon ve insan ruhundaki dönüşüm ele alınıyor. Şiirin duygusal derinliği ve şehirle kurulan bağ detaylı bir şekilde inceleniyor.

Yağmalanan Şehir: İstanbul’un Kaybolan Ruhuna Bir Ağıt
İYİ PSİKOLOG / TÜRKİYE
İstanbul, zamanın derin dehlizlerinde kaybolan, geçmişin ihtişamından bugünün karmaşasına evrilen bir şehir. Ahmet Muhip Dıranas’ın kaleminden çıkan “Yağma” adlı şiir, bu dönüşümün en dokunaklı tanıklarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Boğaz’ın kıyısında yaşanmış o eski İstanbul ile bugünün beton yığınlarına teslim olmuş hali arasındaki keskin fark, şairin duyduğu derin kederin bir yansıması.
Bir Zamanlar Masal Diyarında
Eskiden İstanbul, sadece bir şehir değil, bir yaşam biçimiydi. Boğaz’ın serin sularında süzülen kayıklar, eski yalılar, taş sokaklarda yankılanan ayak sesleri… Dıranas, şiirinde İstanbul’un geçmişini anlatırken, bir aşk hikayesini, bir dost sohbetini, bir gençlik hayalini de gözler önüne seriyor. Şehrin sokakları, denizi, rüzgarı, şairin ruhunda bir zamanlar derin izler bırakmışken, artık o eski İstanbul’un sadece hayallerde kaldığını vurguluyor.
Şair, gençlik yıllarının ve aşkın o saf duygusunun İstanbul’un nostaljik siluetinde saklı olduğunu düşünse de artık geriye dönmek mümkün değildir. “Hani o kayıklar ki kızca beyaz, hani o kadınlar ki sevdalılar” dizeleriyle, bir masal gibi hatırladığı İstanbul’un yok oluşuna ağıt yakıyor.
Tarih ve Modernite Arasında Sıkışan Bir Kent
Zaman geçtikçe İstanbul’un çehresi de değişti. Beton yığınları, gökdelenler, kalabalık caddeler, trafik ve keşmekeş, İstanbul’un ruhunu yağmaladı. Şiirin her satırında, şairin gözünden düşen İstanbul’un tarihî kimliğinin kayboluşunu hissetmek mümkün.
Dıranas, “Boğaziçi, daha sağken gömülmek için dönüşmüş beton mezarlara” diyerek, bu dönüşümü en sert haliyle dile getiriyor. O eski ahşap yalıların, sanat kokan sokakların ve şehre karakter katan değerlerin yok oluşu, onun gözünde bir cinayet gibi. İstanbul’un, insan yaşamından daha hızlı bir şekilde nasıl yok olabildiğini sorguluyor.
İstanbul’un Ruhunu Kaybeden İnsanlar
Şairin bir başka dikkat çektiği nokta ise İstanbul’un değişimiyle beraber, insanlarının da dönüşmesi. Eskiden doyumlu, dingin, tarihine ve kültürüne sahip çıkan İstanbulluların yerini, modernizmin karmaşasında savrulan, geçmişi unutmuş ve şehri tüketen bir insan profili almış durumda. Şiirin sonlarına doğru bu vurguyu daha net bir şekilde görmek mümkün:
“Ne kadar yalnızız şu akşam vakti, bir selam bile yok artık verilen”
Bu satırlar, yalnızlaşan ve birbirine yabancılaşan insanların şehirde nasıl kaybolduğunu gösteriyor. Kapalıçarşı’da, köprüde, caddelerde artık insanlar birer turist gibi; geçmişe ait ne varsa silinmiş, anılar dahi bu kayboluşa direnememiş.
İstanbul Sonsuz, Ya Biz?
Şair, tüm bu yıkımı anlatırken İstanbul’un kendisinin sonsuz olduğuna inanıyor. Ama asıl sorun, İstanbul’un değil, insanların körelmiş kalplerinde saklı. “Her zaman sonsuz elbet, İstanbul bu. Körelen belki de biziz... Kalbimiz...” diyerek, suçu zamanın akışına değil, insanların duyarsızlığına yüklüyor.
Dıranas’ın “Yağma” adlı şiiri, yalnızca İstanbul’un yok oluşuna yazılmış bir ağıt değil, aynı zamanda geçmişe, hayallere, aşka ve insan ruhuna dair bir kaybın hikayesi. İstanbul hâlâ yerinde, ama içinde yaşayanların ona bakış açısı, ona verdikleri değer ve taşıdıkları kültür çoktan yağmalanmış durumda.
Yağma
- Ümit Yaşar'a -
Boğaz'ın bir kıyısında, aydınlık
Pencerelerde - her bulutun yolu -
Bir mevsim, seninle başbaşa kaldık,
Yaşadıkdı bir zaman İstanbul'u.
Akan suda kuş gibi gemilerle,
Eski evler ve tenha sokaklarla,
Şarkı gibilerle, düş gibilerle
Sarmaş dolaş... Olmaz gibi bir dünya.
Mutluluklar şehri bir İstanbul'du,
Şiirler, buluşmalar, aşklar... Şimdi
Akşam olan bir gün gibi son buldu;
Ne şiir kaldı, ne aşk, ne beklenti.
Tığ gibi minareleriyle, kendi
Kendisinde güzel, tek, yüce, kutlu
Bir ölümsüzlükler, zaferler kenti
Bugün yenilgilerle, yasla dolu.
Bir songün hali, bir taş taş üstüne;
Hem mide, hem ruhta bir açlık, ejder
Örneği saldırmada dört bir yöne;
Toz, duman, inilti, akıntılar, çöpler...
Niçin geri geldik bunca yıl sonra?
Batık bir ülkeyi aramak gibi.
İşte gençliğimiz: ta uzaklara,
Çok uzaklara bak. Orada belki.
Ama gizlice bak, olur ki ürker.
Yaşantıdan fazla anılardan kork,
Bize gülümsüyorsa geçmiş günler;
Belki yalandır, belki o bile yok.
Orda elinde bir simitle, ufak,
Süzgün bir çocuk, çocukluğum işte;
Nasıl kaçıyor benden, nasıl bir bak,
Yaban domuzu görmüş gibi düşte.
Boğaziçi, daha sağken gömülmek
İçin dönüşmüş beton mezarlara;
Bir hippi kız, bir deccal, şimdi Bebek
Koylarında ilham, arsız, farfara.
Ölebilirsin ha yol ortasında,
Yanılıp gökyüzüne bakma sakın.
Bir sevi vaktinin bile havasında
Yok artık o mahrem örtüsü aşkın.
O güzelim aşkın vücudu yağma,
Şarkısı ne mahur beste, ne Itri...
Tenekeler çalıp çığlık çığlığa
Yarı bir sevişme, ayaküzeri
Ve ekmek kapanın elinde. Hayat
Haklı değil. Tanrı ve kul ortada.
Darağacında sallananlardan tut
Yargı kürsüsüne kadar yürü, taa...
Her şey değişiyor, kalbimiz bile,
Ama yüzyıllarla besli bir şehir
İnsan yaşamından daha da hızla
Bunca çabuk nasıl yok olabilir?
Hani o masal dünyası yalılar,
Hani o kayıklar ki kızca beyaz,
Hani o kadınlar ki sevdalılar,
Renk renk şemsiyeler altında bin yaz?
Ve o İstanbullular... Doygun, uçuk,
Sanki bir gelecek tufandan haber
Almışlarcasına hep, çoluk çocuk,
Göksel gemilere binip gitmişler.
Gidiş o gidiş… Ve kimbilir kaç yıl
Bu göç, fakiri, zengini elele
Usulca... Ve artık hiç... Hayal meyal
Görünmüyorlar bulutlarda bile...
Kurabilir misin tekrar, düşünsen?
Hayallerimizi bile yitirdik;
Dağılmış bir sofra bu, bitti şölen.
Sona kalmışlarsa biz gibi yenik.